gelelim festival “bilanço”ma
öncelikle gidemediklerimden başlayayım:
-aşkın karanlık yüzü’nü açılış gecesinde 20 dakika izleyip çıktım, ertesi güne olan elimdeki bileti de anneme verdim. belki herhangi bir gün biraz daha hazırlıklı gitsem beğenebilirmişim de ‘light’ , eğlenceli bir açılıştan sonra böyle karamsar gergin bir giriş beklemiyordum belki de .
-mike, babamın doğum günü yemeğine denk geldi
-fahişelere güzelleme, canım o an gitmek istemedi
-crazy horse, yanlış salona gitmişim
-sıkıntılı hanımlar, malum fena yağmur yağdı.
baya ekmişim aslında.
izlediklerime gelecek olursak:

-
gizemli kadın: fransızca konuşan sevimli bir
ethan hawke dışında beni hiç içine çekememiş, izledikten sonra “hof- gelmeseymişim de olurmuş” dedirten bir film.

-
priscilla çöller kraliçesi: festivali bu tür filmler için seviyorum eskilerden kalma çok güzel filmlere denk geliyorum. bu 1994 yapımı film festivalde en beğendiğim film olmakla beraber en sevdiğim filmler listesine de sağlam bir yerden girdi. avustralya’da geçen bir yol hikayesi. filmin çıkışında erkek ve travesti olasım geldi, gerçekten. o hep sevdiğim, aradığım buruk güzel hissi çok güzel verdi.

-
sevgililer:
christophe honoré, başımın belası, her festivalde yakalar giderim adamın filmlerine. bi’ geçen yıl yalan ettim gidemedim. ben sevmiyorum bu adamı ya. çok fransız filmler yapması aslen hoşuma gidiyor belki de o yüzden dönüp dolaşıp izliyorum adamın filmlerini ama her film aynı yüzler, her film birbirinin çok benzeri çarpık ilişkiler. halbuki bu filmin en başında bu sefer ilginç bir şeyler göreceğiz diye sevindim. bu filmde kadro daha da enfes ama yine çok uzun. her filmi güzel başlayıp artık son 40 dakikasında “Hof- bu da mı ..yeter” dedirtiyor. şarkılar güzeldi,
aşk şarkıları’ndaki kadar güzel olmasa da.. filmin güzel öğelerindendi.

-
george harrison:
martin scorsese’nin
shine a light’ına bilet aldığımda güzel bir belgesel beklerken kendimi yüz saat süren bir
rolling stones konseriyle karşı karşıya kalınca bu sefer de “aa ne güzel hem
beatles hem
harrison konserleri filan izleriz” diye bilet aldım. şaka bir yana her yıl filmekimi ve festivaldeki
Beatles’la ilgili filmlere bilet alıyorum. 3 buçuk saat
george harrison belgeseli festivaldeki en iyi seçimlerimden biri oldu. yine de 3 buçuk saatten daha kısa olsaydı bir şeyler değişir miydi bence değişmezdi, bu kadar uzun olmasına gerek yokmuş ama Martin hoca öyle uygun görmüş (:

-
new york’ta 2 gün:
july delpy’yi oyuncu olarak da yönetmen olarak da pek severim. gerçi
le skylab filminden hiç hoşlaşmamıştım ama..
paris’te 2 gün’ü çok beğenip bir kaç kere izlemiştim. bu ikinci film devam olarak gayet eğlenceli olmuş, iki film arasındaki baba ve kız kardeş üzerinden giden espiriler baya güldürdü ama onlar dışında çok iyi değildi, yani
chris rock varken, hem de bu filmde entel ve yakışıklı bir
chris rock varken neden biraz onun üzerinden yazmamış şaşırdım. yani delpy-rock ikilisi acayip komik olabilecekken, ilk filmden bu filme yayılan espiriler ve ekseninde “paris’li” tayfa üzerinden filmin yürümesi çok hoşuma gitmedi.

-
mutluluğa boya beni: konusu çok güzel çizimleri bana hiç hitap etmeyen bir animasyondu. ben çok çizgi film-animasyon izlemem ama izlediğim zaman çizgilere çok takılırım naif olmalarını daha çok tercih ediyorum. ayrıca dünyada gelmiş geçmiş en güzel 5 filmden biri
yellow submarine

-
kabuktaki çatlaklar:
black swan tadında bir alman filmi. alman filmlerini hep daha sert ve daha gerçekçi bulmuşumdur, bir de dilden dolayı mı bilmiyorum çok hoşuma gidiyor. bu film ise konservatuarda oyunculuk okuyan bir kızın etrafında gelişiyor.
black swan’dan çok daha sertti bence karşılaştırmak ne kadar doğru bilmiyorum ama, belki de tiyatroya da bir yakınlığımın olmasından ötürü bu film beni gerçekten çok etkiledi. festivalin ENlerinden.

-
aramızda bebek var:
rémi bezançon’un
havada aşk var filmini çok beğenmiştim ondan bu filme bilet aldım. yine anlatıcılı sevimli bir fransız filmi. ama tavsiyem ilerde çoluk çocuk düşünüyorsanız bu filmle beraber
we need to talk about kevin’i izlemeyin. bu filmde hamile genç bir kıza odaklanıyoruz ve benim öyle hormonlarım olsa gerçekten psikiyatrik hastaneye yatardım.

-
şeytanın yüzü:
vincent cassel bile bu film hakkındaki düşüncelerimi değiştiremedi. bir kitap uyarlamasıymış. ne kadar sürdü bilmiyorum ama festivalde geçirdiğim en boş vakitti, niye çekmişler ben niye izledim hiç anlamadım.

-
sadakatsizler:
lellouche-dujardin ikilisine bir de
guillaume canet’yi görünce heh dedim aradığım fransız filmi, konusuna filan bakmadan koşarak gittim. şimdi sosyolojik bir analiz mi dersiniz ne dersiniz bilmiyorum ama
recep ivedik’e bok atanların bu filmi alkışlamış olması çok garip. film yer yer gayet komikti ama
jean dujardin’in “
brice de nice”ini hiçbir şeye değişmem. filmdeki bütün esprileri bel altıydı bir çoğu da zorlamaydı. Bir tek
jean dujardin’in gerçekte karısı olan
alexandra lamy ile olan bölüm iyidi. ayrıca
guillaume canet nerdeyse hiç yok :(
işte sonuç olarak benim için çok verimli bir festival olmadı-
hatta şu an vizyonda olan filmlere gitseymişim daha bile iyi olurmuş aslında. ama sorun sende değil bende, bir daha filmlerimi daha iyi seçeceğim.!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder